İzmir’de doğup büyüyen, kentin bütün kültürel değerlerinin nesilden nesle aktarılabilmesi için çaba sarf eden ve çevresi tarafından “İzmir âşığı” olarak bilinen Sara Pardo (ACI’60), görmek isteyen gözler için bu kentte çok şey olduğuna inanıyor.
Yıl, 1940. İzmir’in Karantina semtinde, eski bir Rum evinde dünyaya gelir Sara Bencuya Pardo. Dört çocuklu bir ailenin en küçüğüdür. Hem annesi hem de babası, dönemin olumsuz koşulları ve savaşlar nedeniyle zorluklar çekmiş, arzu ettikleri birçok şeyi yapamamışlardır. Her ikisi de kendilerinin yaşayamadıklarını çocuklarının yaşayabilmesi gayreti içindedirler: O nedenle çocuklarının iyi bir eğitim almalarını, sanatın farklı dallarıyla, özellikle de müzikle ilgilenmelerini sağlarlar. “Ben ve ablam piyano, büyük ağabeyim klasik gitar, küçük ağabeyim de keman çalardı. Evimiz sabahtan akşama kadar müzik sesleriyle çınlardı ve bizler bütün mahallenin neşesiydik” diyor Sara Pardo, o yılları anarken. Çocuklarla ilgili karar alınacaksa, bunun annesi tarafından alındığını belirten Pardo, annesini şu sözlerle anlatıyor: “Annem lüks için para harcamayı müsriflik sayardı, ama eğitim için yırtınırdı; voleybol filesi yaparak her gün arkadaşlarımızın bize gelmesini ve voleybol oynamamızı sağlardı. Ablam tiyatrolar hazırlar, kostümleri annem diker ve gösteriler evimizde yapılırdı. Annem bütün bunları büyük bir şıklık ve beceriyle yapardı. Bizimle ilgili her konuyu annem bilirdi. Büyüklerin kıyafetlerinin küçüklere geçtiği, yün kazakların kış sonu sökülüp boyanıp tekrar örüldüğü, çorapların örülüp yama yapıldığı, lükse tek kuruş paranın harcanmadığı bir devirdi.”
Yıllar geçer, çocuklar büyür ve okul günleri başlar. O yılları ve sonrasını sorularımız eşliğinde Sara Pardo’ya bırakalım…
İzmir Amerikan Koleji günleriniz nasıl başladı, neler hissetmiştiniz? Ailenizde ACI mezunları var mıydı?
İki erkek kardeşim Saint Joseph’e gitmişti. Ablam İzmir Amerikan Kolejine gidiyordu, benim de istikbalim ACI olacaktı. Bugün Taner Binasının olduğu yerdeki sınıfta başladı ACI maceram. Mrs. Blake, Miss. Green, İbrahim Bey, Hacer Hanım, İsmail Bey ve daha niceleri… Bebekken annemin kulağıma taktığı küpeler İbrahim Bey’in gözünden kaçmadı; eteklerimizin boyu, saçımızın örgüsü sabah kontrolünden geçerdi. Herkesin bir ablası vardı, ne kadar güzel bir ortamdı. Alma Mater, Okul Alkışı… Yavaş yavaş her şeyi sindirdik, sevdik, âşık olduk. Yıllar geçti, birçok anıyla donandım. Ama onlardan biri, hayatımda iz bıraktı. Amerikalı hocalar, ilk geldiklerinde çoğunlukla sarılık geçirirlerdi. Lisede müzik öğretmenimiz hastalanınca, benim onun yerine derslere girmemi istedi. Ondan ders alıp sınıflarda dersleri ben veriyordum. Bendeki gururu siz düşünün… O zaman anladım ki, ben hem öğretmeyi hem de öğrenmeyi çok seviyormuşum. Okulun ilk haftasında kulüp seçimlerini yapmamız gerekirdi ve ben hemen tiyatro kulübüne yönelirdim. Sahneyi çok sevdim. Sesim de çok güzeldi ve operetler oynadım. Anılar, anılar… Gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor. İbrahim Bey’in sınıf kapılarının küçük penceresinden sınıfı gözetlemesi; onu görenlerin “SOS, SOS” diye bağırmaları; öğlen teneffüslerinde kampüsün otları arasına saklanıp dersi ekmemiz; Mrs. Blake’in onu görüp de yardım edelim diye yerdeki çöpleri toplaması ve bizlerin de derhal toz olması; dik durmamız için başımıza koyulan kitaplarla dolaştırması; her birimizle teker teker ilgilenmesi ve İstiklal Marşı’nı söyleyişi... Cebimizdeki üç-beş kuruşla akşama doğru elma şekeri ve çağla badem alışımız, çok korktuğumuz tarih hocamız Fikret Hanım’ın topuklu ayakkabılarının sesiyle bizi adeta zor bir saate hazırlaması; benim sınıf başkanı sıfatıyla kara tahtanın başında unutulmam ve tüm soruların bana yöneltilmesi… Ama tarih sevgim Ayşe ve Fikret Hocalarım ile başladı ve onların çok iyi bir öğrencisi oldum.
Rehberlik mesleğine başlamanız nasıl oldu? Kuşadası’nın mesleğinizdeki yerini anlatır mısınız?
Yıl 1956, ben lise 1’deyim; Jaki Pardo ile tanıştım ve ona âşık oldum. Jaki’nin eski bir motosikleti vardı ve onunla caka satardı. Ben ona mı, yoksa o eski motosiklete mi âşık olmuştum bilemiyorum; nikahımıza bile o motorla gittik. Jaki, her yönüyle mükemmel bir insan, eş, baba ve dede oldu. 1958 yılında nişanlandık, okul da bir yandan devam ediyordu. Babam, “Diplomayı görmeden evlenmek yok” diye fetva verdi, 1960 yılında evlendik. Jaki her zaman çok çalışkan bir insandı. Hiç unutmam; Kuşadası’na turistik bir gemi geleceğini öğrenince heyecanla eve geldi ve haritayı açıp Kuşadası’nın nerede olduğuna baktık. Turizmle tanışmamız Kuşadası'yla başladı. 1961 yılında oğlumuz Alber doğdu. Çocuklarım, hep kısmetleriyle geldiler. Jaki, beni yeni aldığı külüstür arabasıyla hastaneden almaya geldi. “Sürpriz” diye bağırdı ama beni bir ağlama tuttu, çünkü motosiklet istiyordum. Alber dokuz aylıkken, çok sevdiğim bir arkadaşım bana rehberlik kurslarının açıldığını, kendisinin bu kursa gideceğini, benim de katılabileceğimi söyledi. Sonunda kursa gitmeye karar verdim. Geceleri gidiyorduk, ben yorgunluktan ne dinleyebiliyor ne de çalışabiliyordum. Sonuncu olarak bitirdim kursu, imtihanı neredeyse kazanamıyordum. 38 yıllık rehberlik hayatımda kitaplara sığmayacak kadar anılarım var.
“Annem lüks için para harcamayı müsriflik sayardı, ama eğitim için yırtınırdı; voleybol filesi yaparak her gün arkadaşlarımızın bize gelmesini ve voleybol oynamamızı sağlardı. Ablam tiyatrolar hazırlar, kostümleri annem diker ve gösteriler evimizde yapılırdı. Annem bütün bunları büyük bir şıklık ve beceriyle yapardı. Bizimle ilgili her konuyu annem bilirdi. Büyüklerin kıyafetlerinin küçüklere geçtiği, yün kazakların kış sonu sökülüp boyanıp tekrar örüldüğü, çorapların örülüp yama yapıldığı, lükse tek kuruş paranın harcanmadığı bir devirdi.”
Bir “İzmir sevdalısı” olarak biliniyorsunuz, bu sevda nasıl başladı?
1991 senesinde, Sefarad Yahudilerinin İspanya’dan gelişinin 500. yılı nedeniyle bütün dünyada kutlama yapılacağı haberini aldık. Biz de yapacağız. Çok güzel de ben kendi tarihimi bilmiyordum ki… 1962 senesinde rehber oldum, 1992 senesine gelene kadar bu konuyla ve İzmir’le ilgili hiçbir şey bilmediğimi fark ettim. İşte o zaman okulun aşıladığı okuma zevki kendini bir kez daha ortaya çıkardı. O yıla kadar rehberlik yaptığım her yeri araştırmıştım, ama İzmir’i ve İzmir’deki Yahudi tarihini araştırmak hiç aklıma gelmemişti. Kolejin bize verdiği araştırma merakı olmasa, yine de öğrenme ihtiyacı duymayacaktım. İzmir’deki sinagogların yerini bile bilmiyordum. Araştırdım ve araştırdıkça ne kadar çok şey olduğunu gördüm ve yazmaya başladım. Ben bunları rehber arkadaşlara anlattıkça onların da ilgisini çekti ve evde toplantılar yapmaya başladık. Ablam Silvia Franko da rehberdi, her hafta, onun da katıldığı toplantılar yapıyorduk. Bu toplantılar bütün bir kış boyunca sürdü. En sonunda, bana bu çalışmayı kitaplaştırmam gerektiğini söylemeye başladılar. Sonunda bilgilerin kaybolmasını önlemek için kitaplaştırdım, ama basılmadı. Bağış karşılığında rehberler başta olmak üzere isteyenlere verdim. İşte o süreçte bende bir İzmir sevdası başladı. Bunu rehber arkadaşlara anlatıyordum, çok şaşırıyorlardı. Onun için “İzmir âşığı” diye adımı çıkardılar. Eski İzmir tabii... Kimse İzmir’de turist gezdirmek istemezken ben küçük küçük grupları İzmir’de gezdirmeye başladım. Görmek istersen İzmir’de çok şey var, ama onu güzel sunmak gerek. Ben kıvılcımı ateşledim ve eşim de her zamanki gibi beni destekledi.
Dünden bugüne İzmir’in, kent kültürü açısından değişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eşimin çok güzel bir sözü var. “İzmir, cennetin yeryüzündeki şubesidir” diyor. Biz ailece İzmir âşığıyız; tarih boyunca İzmir’in kozmopolit bir yapısı var, her toplumun kendi özelliklerini kaybetmeden yaşayabildiği bir kent. Dünya görüşü daha geniş, toleranslı, insan ilişkilerinde sıcak bir sosyal yapısı var. Aldığı göçler nedeniyle çok kalabalık bir kent aynı zamanda. 20. yüzyılda doğmuş, kentin eski halini ve hayatını yaşamış olan bizler, 250 bin değil, 5 milyon kişinin yaşadığı bir kent için konuşuyorsak çok ama çok büyük değişimler var tabii. Gönül isterdi ki, belleğimizi oluşturan tarihi ve kültürel mirasımız, İzmir’i İzmir yapan özellikler, olduğu gibi kalsın ve kent sadece dışarı doğru büyüsün. Ne acıdır, son yıllarda elimizde kalanları bir nebze kurtarmaya çalışıyoruz, ama elimizde ne kaldı ki… Yine de kentimizi çok seviyoruz. Biz İzmirliler sonradan gelenlere direnmek yerine sevgiden ve paylaşmaktan yana olduğumuzu, yan yana yaşayarak gösterdik. İzmirli olmak ve hayatı boyunca İzmir’de yaşamak başlı başına bir ayrıcalıktır ve ben bu ayrıcalığa sahip olduğum için çok mutluyum.
İzmir’deki Yahudi toplumu ve sivil toplum kuruluşlarıyla ilgili çalışmalarınızı anlatabilir misiniz?
1998 senesinde rehberlik yapmaya devam ederken cemaat yönetimine aldılar beni, 7 sene orada çalıştım. O yıllarda okulumuz kapanmıştı, kültürümüzün yok olmaması için küçük çocuklara yönelik kültür eğitim programı hazırladım; artık ben olmasam da 23 senedir devam eden bir çalışma bu. 2000 senesinde hem eşim hem de ben işi bıraktık. Eşim kendine yeni bir iş kurdu, ben de üretmeye ve yararlı olmaya devam için hazırlıklarımı yaptım. Yazdığım o kitabı, yeni baştan düzenledim. Yusuf Tuvi ve İzzet Keribar'ın nefis fotoğraflarıyla “Dünden Yarına İzmir Yahudileri” adlı bir kitap haline getirdim. O güne kadar hiç böyle bir kitap çıkmamıştı. Büyükşehir Belediyesinden “Tarihe Saygı” ödülünü aldı. Bu kitap bir yol açtı, şimdi daha akademik güzel kitaplar yazılıyor. O kitabı yazarken uluslararası bir vakıf, Havra Sokağı’ndaki yedi sinagogu listeye aldı ve az bir para göndererek tadilat yapılmasını sağladı. Ardından ben motive oldum ve elimden geldiği kadar cemaat üyelerinin ve özellikle kadınların desteğini alarak üç sinagogun çehresini değiştirdik. Değerli kitap ve antik tekstilleri korumaya aldık, böylelikle Havra Sokağı da çok değer kazanmaya başladı.
“Yazdığım o kitabı, yeni baştan düzenledim. Yusuf Tuvi ve İzzet Keribar'ın nefis fotoğraflarıyla “Dünden Yarına İzmir Yahudileri” adlı bir kitap haline getirdim...“Efes Arının Gizemi” adıyla basıldı ve beş dile çevrildi. O bitince sıra İzmir’e geldi. “Öykülerin İzinde Smyrna’dan İzmir’e” çocuk kitabı çıktı. Son kitapsa “Evvel Zaman İçinde Bergama” oldu. Biz turist rehberleri her zaman Bergama’yı çok sevdik. Çünkü orada açıkta fazla bir şey yok ve turist gördüğüyle değil, sizin anlattığınızla orayı anlamaya çalışıyor. Bergama Unesco Dünya Mirası listesine girince, kitabı onlara hediye ettim.”
Kitaplarınız, özellikle çocuklar için çizgi roman olarak tarih kitaplarınız nasıl gündeme geldi?
İzmir Yahudileri kitabımı bitirmek üzereyken arkadaşım Nilgün Şirin elinde Almanca bir kitapla gelerek, “Sen ve Jaki, Efes'in annesi babası sayılırsınız, Efes’i çocuklara anlatan böyle bir kitap yazmalısın” dedi. Önce oralı olmadım, sonra dayanamadım tabii... Kitabı yazarken ne zorluklar çektiğimi anlatamam. Sonunda “Efes Arının Gizemi” adıyla basıldı ve beş dile çevrildi. O bitince sıra İzmir’e geldi. “Öykülerin İzinde Smyrna’dan İzmir’e” çocuk kitabı çıktı. Son kitapsa “Evvel Zaman İçinde Bergama” oldu. Biz turist rehberleri her zaman Bergama’yı çok sevdik. Çünkü orada açıkta fazla bir şey yok ve turist gördüğüyle değil, sizin anlattığınızla orayı anlamaya çalışıyor. Bergama Unesco Dünya Mirası listesine girince, kitabı onlara hediye ettim.
Son olarak, ACI’ın yaşamınızdaki yeri hakkında neler söylemek istersiniz?
Okulla öyle bağlar kuruluyor ki, ömür boyu sürüyor. Ben okulumdan hiç kopmadım, sınıf arkadaşlarımdan da. Belki çok aktif olamadım, ama daima büyük bir tutku ve zevkle hizmetimi ve sevgimi verdim ve vermeye devam edeceğim. Ailem üç nesil ACI’lı; ablam ve ben, kızım Sonia Amado (ACI'83) ve üç torunum Can, Deniz ve Selen. ACI inanılmaz çeşitlilikte bilgiyle bizi hayata hazırladı. Normalden daha fazla eğitim verdiler; örneğin astronomi, sanat tarihi, felsefe, klasik müzik… Bizim okulumuz sadece bir okul değil; ACI bir akademi, bir üniversite ve bir yuva. Beni ben yapan, özellikle bu yaşımda bile beni motive eden araştırma ruhunu, bana ACI verdi. Bunun için okuluma minnettarım. Research adı altında yaptığımız çalışmalara öğrencilik yıllarımızda çok kızıyorduk ama benim hayatımın bir parçası oldu ve hâlâ sakladıklarım var. ACI mezunu olmanın ailemize getirdiği en önemli etki, hepimizin aynı dili konuşabiliyor olmasıdır. Gördüğünüz güzel bir şeyi herkese iletme tutkusu çok önemli bir şey. “Bende kalmasın, herkese aktaralım” bunu bize okul öğretti (pass it on). “Enter to learn, departe to serve / Öğrenmek için katıl, hizmet için ayrıl” sözü içimize işledi. Kalplerimize ve hayatımıza yön veren sözcükler bunlar. Okulumuzun bize aşıladığı insan, Atatürk, vatan, bilgi, yaşam sevgisi ve sevinci iliklerimize işledi. Benim ailem bunları yaşıyor ve gelecek neslin nerede olursa olsun bunları yaşatacaklarından eminim.