Söke'de doğup büyüdüğü 14 odalı kalabalık aile evinin bahçesinden çıkıp kolejin bahçesine girdiğinde 1945 yılıydı. Okul hayatının karşılığı onun için hep ev hissi oldu. Seyda Fırat Kayhan (ACI'51) okulunu bir yuva, öğretmenlerini ve arkadaşlarını da ailesi gibi benimsedi. Kayhan ile unutulmayacak güzellikteki okul anılarını konuştuk.
Yazar:
Banu Dağıstan (ACI'98)
"Ben Sökeliyim" diyerek söze başlıyor Seyda Fırat Kayhan. İzmir, Alsancak'ta Cumhuriyet Meydanı'na bakan, aile yadigârı tablolar ve zarif mobilyalarla döşenmiş, ince zevkini yansıtan evinin salonundayız. Güneşli bir bahar gününde Seyda Hanım'ın okul anılarını dinlemek üzere kapısından girdiğim evinde torununun eşi Aslı Uğurluoğlu Kayhan (ACI'04) da bize eşlik ediyor. Birazdan kapı çalacak, "Sürpriiiz" diyerek o sırada İstanbul'da yaşamakta olan diğer torunu Leyla Kayhan Elbirlik (ACI'97) salona girecek. Sarılacaklar, öpüşecekler, babaannesi ona da yaptığı incirli kekten ikram edecek, dile getirmese de tabağındaki dilimi yemesini ne kadar çok istediğini bakışlarıyla belli edecek. Leyla, bu leziz kekin tadına bakarken biz ona neler konuştuğumuzu anlatacağız. Bu tatlı sohbete, 1945 yılında ilkokulu yeni bitirmiş bir çocuk olan Seyda'nın doğup büyüdüğü Söke'deki 14 odalı evlerinin bahçesinden çıkıp kolejin kocaman bahçesine girdiği günden başlayacağız.
"Benim büyüdüğüm dönemde Söke bir köydü. 10 bin nüfuslu bir köy. Teyzem 1918 doğumlu, Amerikan Kolejini bitirdi. Kuzenlerimin hepsi kolejden mezun oldu. Okulu neredeyse bizim ailenin çocukları doldurdu. Bu yüzden okula girdiğim vakit hiçbir zaman yadırgamadım çünkü ablalarımın hepsi orada okumuştu. Söke'den sonra çok değişik bir ortamdı ama hiç yabancılık hissetmedim. Bristol Hall'de zaten dört tane yatakhane vardı. Sekiz kişilik odalardan birine yerleştim ve hayatımda yepyeni bir dönem başladı."
O dönem kolejde yatılı okuyan her genç kız gibi okul hayatının ondaki karşılığı da ev hissi olmuş. Öğretmenlerini ve arkadaşlarını ailesi gibi görmüş. "Kolej benim için bir okul değil, bir yuvaydı" diyen Kayhan anlatmaya şöyle devam ediyor: "24 saat orada yaşıyorduk. Öğretmenlerimiz müthiş şefkatliydi. Kendi yapımıza uygun olmayan biriyle arkadaşlık ettiğimizi gördükleri vakit, 'Child, she is not a good girl' diye uyarırlardı. O kadar korurlardı bizi. Gözleri hep üzerimizdeydi. Bize insanlığı da onlar öğrettti. Öğretmenlerimizle bu yakınlığı kurmamızda yatılı okumamızın da etkisi büyük tabii."
Okul anıları arasında unutamadıklarının başında yine öğretmenleriyle olan diyalogları geliyor. "Kırk yılda bir parlor olurdu, Study Hall'de öğretmenler bizi kabul ederlerdi" diye anlatmaya başlıyor. "Son derece mütevazı bir yer. Ama bir şöminesi var. Öğretmenlerimiz bizi oraya çağırır, 'Hadi gelin oturalım, sizlerle konuşalım' derlerdi. Bu yaşlı insanlar bize o kadar çok emek verdiler ki. Onlar da ailelerinden uzaktaydılar. Düşünebiliyor musunuz yedi senede bir Amerika'ya gidip, geliyorlardı. Odalarında kocaman bavulları vardı, bize gösterirlerdi. İğneden ipliğe Amerika'dan getirmişler. Bir elbiseyi yedi sene giyiyorlar. Bazen biz sıkılmayalım diye gezmeye çıkarırlardı. Mez Gazinosu diye bir dondurmacı vardı Göztepe'de, oraya giderdik. Haftada bir gün öğretmenlerimizle birlikte sinemaya gider, eğer bize uygun bir film varsa izlerdik. Pazar günleri bahçede saklambaç oynardık. Mr Blake bu oyunu çok severdi. Ağaçlara bir şeyler koyar, saklardı. Biz ararız, bulamayız, oradan oraya koşarız. O da bize "Hadi kızım, hadi kızım" diye eşlik ederdi."
Ne güzel anılar, diyorum. Ne güzel bir okul hayatı. Unutulacak gibi değil... "Gerçekten de öyle" diyor Kayhan: "Şimdi otururuz hepimiz, çocuğuz tabii yorulmuşuz, dirseklerimizi masanın üstüne koyarız. Ondan sonra birden Mrs Blake başlar şarkı söylemeye, 'Take your elbows off the table Seyda.' Tüm sınıf ona eşlik eder. Sen şimdi düşün. Buraya dayamışsın kollarını, dalmışsın, şarkıyı duyunca ne yapacağını şaşırıyorsun. Devam ederdi Mrs Blake: 'We have seen you do it twice and it isn't very nice.'"
“Şimdi otururuz hepimiz, çocuğuz tabii yorulmuşuz, dirseklerimizi masanın üstüne koyarız. Ondan sonra birden Mrs Blake başlar şarkı söylemeye, 'Take your elbows off the table Seyda.' Tüm sınıf ona eşlik eder. Sen şimdi düşün. Buraya dayamışsın kollarını, dalmışsın, şarkıyı duyunca ne yapacağını şaşırıyorsun. Devam ederdi Mrs Blake: 'We have seen you do it twice and it isn't very nice.'”
Bu cümleden sonra üçümüz birden gülmeye başlıyoruz. Üzerinden 70 seneden fazla geçmiş olmasına rağmen Seyda Hanım'ın şarkıyı kelimesi kelimesine hatırlamasına şapka çıkarıyoruz. Nasıl da içine işlemiş... Şimdi bu ders nasıl unutulabilir?
"Çok farklıydı öğretmenlerimiz" diyor Kayhan. "Uyarırken bile tatlı bir dil kullanırlardı. Kız kardeşim biraz yaramazdı. Okulun bahçesindeki ağaçlara çıkar, kirazları toplar, yerdi. Bir görevli görmüş, Mrs Blake'e söylemiş. Mrs Blake bu, durur mu? Bir gün hepimiz otururken küçücük bir tabağın içine kirazları koyup, herkesin içinde ona vermişti. Sonra da gülümseyerek, 'I know you like it' demişti. Mesajı almıştık. Tabağımızdaki yemeği bitirmemiz konusuna da çok önem verirlerdi. Bitirebileceğimiz kadar yemeği tabağımıza almamızı söylerlerdi. Bunu da bize çok güzel öğretmişlerdi. 'Herkes tabağında bir lokma bırakırsa 25 kişinin lokması kaç kişiyi doyurur?' derlerdi. Bir de tatlı bir espri vardı aramızda. Tabakta yemek bıraktığımızı görürlerse, 'Ekmeğinizi alın, tabağınızdaki yemekleri güzelce temizleyin. Çünkü Besim çok yoruldu' diye bizi uyarırlardı. Besim, bulaşıkçımızdı. Biz onlarla büyüdük, bir aileydik. Çok güzeldi. Anlatamam birlikte geçirdiğimiz yılların güzelliğini..."
1945'te adım attığı İzmir Amerikan Koleji'nden 1951'de mezun olur Kayhan. Mezun olduklarında 22 kız öğrencidirler. Üniversitede okuma hayali var mıdır? "Tabii ki çok isterdim. Ne olsa okuyabilirdim" diyor. "Peki kolejdeyken en çok hangi derse ilginiz vardı?" sorusunu "Edebiyat" diyerek yanıtlıyor. "Dayım Samim Kocagöz yazardı. Teyzem de roman yazdı. Küçük dayım şairdi. Okul da beni bu alanda çok destekledi. İngilizceyi farklı öğretirlerdi. Türkçe konuşmak yasaktı. Miss Woodword küçücük bir ceviz kabuğu alırdı eline, onun içine minicik bir bebek yapmış, yorgan yapmış, yastık yapmış, bize masal anlatırdı. Biz öyle dilbilgisi öğrenmeden, masal dinleyerek İngilizceyi öğrendik."
Saatler boyunca okul anılarını konuşabiliriz diye düşünürken sıra mezuniyetten sonraki hayata geliyor. Liseyi bitirdikten iki sene sonra evlenen Seyda Hanım'ın eşi Muzaffer Kayhan, Söke'de çiftçilikle uğraşan, daha sonra kayınbiraderi Halil Fırat ile Söke Un fabrikasını kuran bir sanayicidir. Bu evlilikten Muharrem ve Hilmi adlarında iki oğulları olur. Okuluyla da öğretmenleriyle de bağı hiç kopmaz Kayhan'ın. Uzun yıllar Mezunlar Derneği'nde çalışır. Amerika'ya oğlu Muharrem'in Cornell Üniversitesi'ndeki mezuniyet törenine gittiğinde bile bir vakit yaratıp Miss Yarrow'u ziyaret eder. Miss Yarrow'un odasında aynasının önünde halasının fotoğrafının durduğunu gördüğünde çok duygulanır.
O anki hislerini şöyle anlatıyor: "Miss Yarrow bizim eve gelip giderken halamla tanışmış. Onu o kadar çok sevmiş ki Amerika'ya döndüğünde fotoğrafını karşısına koymuş. Ben okuldan mezun olduktan sonra da öğretmenlerim bize gelir, bizde kalırlardı. Ailemle çok yakın ilişkileri vardı. Biliyor musunuz bugün Blake House olan bina annemin halasının evi. Annemin halasının hiç çocuğu olmamış, evini Çocuk Esirgeme Kurumu'na bağışlamayı düşünüyordu. Biz eşimle birlikte gittik, onu bu evi okulumuza vermesi için ikna ettik."
“Miss Yarrow bizim eve gelip giderken halamla tanışmış. Onu o kadar çok sevmiş ki Amerika'ya döndüğünde fotoğrafını karşısına koymuş. Ben okuldan mezun olduktan sonra da öğretmenlerim bize gelir, bizde kalırlardı. Ailemle çok yakın ilişkileri vardı. Biliyor musunuz bugün Blake House olan bina annemin halasının evi. Annemin halasının hiç çocuğu olmamış, evini Çocuk Esirgeme Kurumu'na bağışlamayı düşünüyordu. Biz eşimle birlikte gittik, onu bu evi okulumuza vermesi için ikna ettik.”
Hayır işlerine ve sosyal projelere her zaman öncelik veren Kayhan, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğinin de önde gelen destekçilerinden. Söke'de Çavdar Köyü'nde UNICEF iş birliğiyle bir anaokulu yaptıran Kayhan'ın adını taşıyan okulun 120 öğrencisi var. Doğup büyüdüğü ve kalabalık ailesiyle birlikte yaşadığı Söke'deki evleri ise babası tarafından bağışlanarak kütüphaneye dönüştürülmüş. Hacı Halil Paşa Halk Kütüphanesi olarak hizmet veriyor. "Bu ev şimdi 120 yaşında. O kadar çok hatırayla dolu ki. Annemin elleri sanki hâlâ kapıların üzerinde. Bu ev yaşasın istedik. Güzel bir amaç için de yaşamaya devam ediyor" diyor.
Sohbetimizin sonuna yaklaşırken Atatürk'e olan sevgisini her fırsatta dile getiren Seyda Fırat Kayhan'ın BBC'nin hazırladığı bir belgeselde Atatürk ile ilgili görüş verdiğini öğreniyorum. "Atatürk'e olan hayranlığım anlatılacak gibi değil. Ben Atatürk'ün öldüğü günü hatırlıyorum. O gün Atatürk Heykeli altında ilk konuşan kişi benim teyzemmiş. Ferzan Teyzem konuşmuş" diyor.
Birlikte geçirdiğimiz bu güzel günden kendi payıma anlamlı hayat dersleri, geçmişe hafif bir özlem, geleceğe dair ise güçlü bir umut hissi kalıyor.