Çocuk kitapları ve anlatıyla edebiyat dünyasına adım atan Sepin Sinanlıoğlu’nun (UAA’95) ilk romanı “Hoyrat”, Doğan Kitap tarafından yayınlandı. Roman, bir aşk hikâyesi eşliğinde “geçmiş, bugün ve gelecek”, “hafıza ve bellek”, “aidiyet ve ait ol(a)mama” gibi kavramları ele alırken zaman mefhumun ‘hoyratlığına’ dem vuruyor.
Yazı: Sema Uludağ
Zaman, son derece göreceli bir kavram. İnsanın içinde bulunduğu anda hissettiği olumsuz duygularla uzamasının, olumlu duygularlaysa göz açıp kapayıncaya kadar çabuk geçmesinin nedeni de bu. Peki, göreceliliği ispatlanan bu kavram, yaşanan acıların üzerine perde çekebilir mi; diğer bir ifadeyle zaman her şeyin ilacı olabilir mi? Kimilerine göre evet, zamanla bütün acılar şiddetini yitirir; çünkü insan, yaşadığı acıları unutmaya meyyal bir canlıdır. Kimileriyse bu görüşe itibar etmez, onlara göre acıların ilacı zaman değil, o acının neden ve nasıl yaşandığını anlayabilmektir. Bilmektir, anlamlandırmaktır, yüzleşmektir ve bir daha o acının yaşanmaması için çaba sarf etmektir. Aksi takdirde, Murathan Mungan’ın Yalnız Bir Opera şiirinde söylediği gibi yapılacak bir şey kalmadığında “Her şeye iyi gelen zaman sizi kanatır”.
Okumak, özellikle de edebi bir eser okumak son derece kişisel bir süreçtir. Bir romanı eline aldığınızda, o güne kadar okuduğunuz diğer tüm eserlerin etkisi, yaşadıklarınızdan damıtarak elde ettiğiniz birikim, dünyaya bakış açınız okuma sürecinizi de etkiler. Yazarın anlattığıyla sizin çıkarımlarınız arasında farkın sebebi de budur... Biz de bu duygularla okuduk Sepin Sinanlıoğlu’nun son kitabı ve ilk romanı olan “Hoyrat”ı. Doğan Kitap tarafından okura sunulan roman, bir aşk hikâyesinin etrafında “unutma-hatırlama”, “ait olma-olamama”, “geçmişin acısını taşıma-yüzleşme” gibi zıtlıkları konu alıp zamanın hoyratlığına dem vuruyor. Ama dedik ya okumak kişisel bir süreç. Bu söyleşiden önce kitabı okuyan veya bu söyleşiden sonra okuyacak olanlara yönelteceğimiz bir sorumuz var: “Zaman mıdır hoyrat olan, yoksa insan mı?”
Sepin Hanım, öncelikle mezunlarımızın sizi daha yakından tanıyabilmesi için Üsküdar Amerikan Lisesinin ardından aldığınız eğitim ve kariyerinizi nasıl şekillendirdiğinize dair kısaca bilgi rica edebilir miyiz?
Merhaba, tabii, çok teşekkür ederim. Ben çok ‘inek’ ve aynı zamanda çok da sosyal bir öğrenciydim. Okuldan sonra Boğaziçi Üniversitesi İşletme bölümünde okudum. Çok sonraları da Plymouth Üniversitesi, Dartington College of Arts’da hikâyeler üzerine yüksek lisans yaptım. İki çocuğum var, Ela ve Ali; çocuklarım, kedimiz Sussex ve köpeğimiz Alice (in Wonderland) ile birlikte Reşitpaşa’da yaşıyorum. Hoyrat ilk romanım. Hoyrat’tan önce Ağıtların Tanrısı adında bir deneme, bir otobiyografik anlatı yazdım. Ayrıca bir resimli çocuk kitabı serim var, Noa’ya Mektup, Noa, Monark Kelebekleri ve Her Şey, Noa, Kirpi ve Sarı adlarında üç kitap. Ot Dergisi’ne aylık olarak edebiyat üzerine denemeler yazıyorum. PostaPoetika adında dijital bir mecmuamız var, yazar bir arkadaşım ve tarihçi başka bir arkadaşımla kurduğumuz. Orada da insan olma macerası üzerine denemeler yazıyorum. Yazıyla iç içe bir hayatım var yani. Bütün bunlar şu an neler yaptığım. Boğaziçi’nden mezun olduktan sonra, üç sene, o zamanlar Arthur Andersen olarak bilinen şirkette çalıştım, ardından Turkven Private Equity’ye “associate” olarak geçtim. Özel sermaye fonu işinin yani “private equity”nin daha hiç bilinmediği, yerli sermayenin bu mefhuma yeni yeni ısındığı zamanlardı. On iki sene yatırım işinde çalıştım. “Associate”lıktan yatırım komitesi üyeliğine ve ortaklığa uzandı bu serüven. Bu süre zarfında aralarında Londra Borsası’nda halka arz edilmiş olanlar da dâhil birçok muteber şirketinde yönetim kurulu üyeliği yaptım. Çok çalıştım, kariyer basamaklarını dörder dörder atladım, sonra da her şeyin anlamsız geldiği bir dönemde pat diye işi bıraktım. O da apayrı bir hikâye.
“Hoyrat”, bu topraklar üzerinde yaşananları bilenlerle bilmeyenlerin farklı duygularla okuyacağı bir roman sanki. Kendi tarihiyle ilgili fikir sahibi olmayanların neler hissederek okuyacağı hakkında fikir beyan etmek zor ama diğer tarafı yani bilenleri şiddeti farklı sarsıntılara sevk edeceği muhakkak. Buradan hareketle ve yekten sormak isterim: Bu, okuru önce kendiyle ve kendi geçmişiyle, ardından da toplumsal bir yüzleşmeye davet eden bir romanı mı?
Yazdıklarımda davetten çok zihnimin önüme serdiği olasılıkların peşinden gidiyorum. Kendi içimde, içime dair bir şeyi merak ediyorum, o şeyin bana ettiklerini, beni yoldan çıkarışını ve/veya beni yeniden yola sokuşunu, getirişini... Önce onu anlamaya çalışıyorum, beni kendimden uzaklaştıranı ve aynı anda kendime yaklaştıranı. Bu zihinsel oyunun içi bol tezatlı, ihtimalli. O merakın peşinden yazıyorum. Geçmişteki ihtimalleri görme oyunu benimki, yüzleşme ya da başka büyük sözcüklerle anlatmaktansa böyle anlatmayı yeğlerim.
Mezun Kitapları - Yazarının Sesi podcast serimizde Sepin Sinanlıoğlu yeni romanı Hoyrat'tan bir bölümü Connect için seslendirdi. Katkıları için teşekkür ederiz. Tamamını Spotify'dan dinleyebilirsiniz.
“Dünyanınkinin yanında kısıtlı bir zekâm var farkındayım ve yine de kısıtlı zekâmla şunu idrak ettim; yaşarken ölümü yanında tutmakla üzerinde tutmak arasında bir fark var ve o farkın adı neşe. Eğer yaşarken üzerinizde tutarsanız ölümü, orası yaşarken cehennem. Ama yanınızda tutarsanız, o da işte cennet ya da benim sözcüğümle neşe.”
“Bilmek zihinsel bir hazırlıktır.” Bu romanınızın birkaç yerinde geçen bir cümle. Başka sayfalardaysa “Anlamak sevmektir”, “Yaşarken üzerinde ölümü tutmamak lazım” cümlelerini kullanıyorsunuz. Bu üç cümleyi kaleme alındıkları sayfalardan bağımsız tuttuğumuzda; bilerek anlamak, anlayarak sevmek ve severken geçmişin ağırlığını üzerinde taşımamak gibi sonuç ortaya çıkıyor. Katılır mısınız?
Anlamak -ya da belki idrak sözcüğü daha da dâhil edecek benim aklımdakini- idrakin hayatta genel olarak birçok şeyi kırdığını düşünüyorum, kırmak iyi manada. Leyla mesela anlayarak sevenlerden bence. Dediğim gibi metin üzerinde kendi fikirlerimi empoze etmekten özellikle kaçınmak istiyorum, ama bu kadarını söylemiş olayım. Hayat tecrübem neticesinde ölüm konusuna çok kafa yordum. Aynı konuyu burada dillendirmek istemiyorum ama Ağıtların Tanrısı kitabıma da konu ettiğim kocaman bir yastan geçtim ben, bu sebeple ölümle hasbihâl ettim diyeyim. Dünyanınkinin yanında kısıtlı bir zekâm var farkındayım ve yine de kısıtlı zekâmla şunu idrak ettim; yaşarken ölümü yanında tutmakla üzerinde tutmak arasında bir fark var ve o farkın adı neşe. Eğer yaşarken üzerinizde tutarsanız ölümü, orası yaşarken cehennem. Ama yanınızda tutarsanız, o da işte cennet ya da benim sözcüğümle neşe.
Muhatabının yüzüne vurmadan yüzleşmek, onunla hesap sormadan hesaplaşmak, onu incitmeden açtığı yaraları göstermek… Roman boyunca kahramanınız Miran’ın yaptığı biraz da bu sanki, ne dersiniz?
Aslında okurun metinle tecrübesi üzerine çok bir şey demeyi, yorum yapmayı sevmiyorum. Sizdeki tezahürü nasılsa buna sadece saygı duyabilirim. Hafıza, unutmak, hatırlamamak bunlar üzerine çok kafa yorduğum konular. Keza zaman da öyle. Zamanın ne olduğunu merak ediyorum. Hatta zamanın tıpkı müzik gibi tanrı olduğunu düşünüyorum. Miran, zannediyorum metin boyunca kâh İstanbul’da deli divane yürüyerek kâh Kınalıada, Bitlis, Midilli Adası seyahatlerinde zamanın izinde, peşinde. Zaman da ona destek olabilmek için Miran’ın ensesinde.
Başta Miran olmak üzere, romanın hemen hemen tüm karakterlerin geçmişten gelen bir yarası olduğunu görüyoruz. Miran yüzleştikçe çevresi de bu yüzleşme sayesinde yaralarını sarıyor. Özellikle de annesi… Tıpkı iyilik gibi, cesaret gibi yüzleşerek iyileşmek de bulaşıcı mıdır?
Evet, yarasız insan tanımadım ben, yarasız insan olmadığını düşünüyorum. Miran hatırladıkça hatırlatıyor, daha doğrusu unutmayı bıraktıkça diyeyim. Unuttuğunu zanneden bir insanın unutmayı bırakışı çok büyük bir kırılmadır. Zamanı kırar, mekânı kırar. Hatırlamak bulaşıcıdır. Unutmayı bıraktıkça, yani hatırlamaya başladıkça bu unutmamak, hatırlamamak hâli en yakınındakilere de bulaşır. Ilık serin bir rüzgâr ya da taptaze bir dalga gibi sevdiklerimize de ulaşır. Sanırım Miran ve annesinin yaşadığı da bu.
Kitap okurun zihninde çağrışımlar yaratmaya çok açık. Örneğin romanın kahramanı Miran’ın Bitlis’te rastladığı yaralı ve ürkek güvercin. O güvercini, İstanbul’un Osmanbey semtinde katledilen ve defalarca “güvercin tedirginliğinde” yaşadığını belirten Hrant Dink’ten bağımsız düşünmek mümkün değil sanki. Öyle mi?
Evet, Miran’ın bulduğu, Bitlis’te tanıştığı, ihtida etmiş Türkçe öğretmeni kuzeni Maral’a emanet ettiği güvercini Hrant Dink olarak hayal ettim. Güvercin daha sonra kafası bembeyaz bir kedi tarafından öldürülüyor. Kafası beyaz kediyi de kötülük aygıtı maşasının giydiği beyaz bereli şahıs olarak tasarladım. Romanda ayrıca Saroyan da var. Bitlis olunca da Saroyan’sız olmazdı. Temsili tabii. Bitlis’te suyun başında bendir ve duduk çalan adamı Saroyan olarak hayal ettim. Fiziksel olarak Saroyan’ı tarif etmek istedim. Miran da daha sonra Bitlis’ten İstanbul’a dönünce o adama benzettiği bir seyyar satıcıyı görmek için Galata Köprüsü’nde hep aynı noktaya gidiyor. Bitlis’te bir yabancıda yakaladığını İstanbul’da başka bir yabancıda buluyor. Duduk oyuyor o adama ağaçtan. Ama geç kalıyor ve veremiyor. Zamanı hoyrat kullanmak ve aidiyet böyle bir şey sanırım.
Romanla ilgili son sorum da şu: Kurgu, Miran kadar önemli olan Leyla karakteri aracığıyla özellikle son bölümde okuru biraz ters köşeye düşürüyor. İnsan hayatın attığı tokadı bir kez daha yüzünde hissediyor sanki. Ne dersiniz?
Sizde öyle karşılık bulduysa öyledir. Son bölüm iki cümleden ibaret ve o cümleler içime taş gibi düştü. O iki cümleyi gördüğümde, ki yazmaktan çok görmekti olan, tuhaf hisler yaşadım. Ağladım epey. Nedensiz bir şekilde. Neden böyle bir metnin içine girdim, neden böyle cümleler yazdım, neden bu hikâyeyi anlattım, neden bu sözcükleri, bu dili kullandım vb bütün soruların cevabıydı ya da cevabına dair bir ipucuydu. Dediğim gibi gökten iki taş düştü, ben sadece taşları aldım yerleştirdim, son bölüm oluverdi ve romanın bittiğini o iki cümleyi yazınca anladım.
Önce çocuk kitapları, ardından anlatı ve en nihayetinde roman. Yazın serüveninizin bundan sonra nasıl devam edeceğini öğrenebilir miyiz?
Yeni bir roman üzerine çalışıyorum. Neyin, nasıl bir şeyin etrafında döneceğimi bildikten sonra benim hummalı bir ön hazırlığım oluyor. Sergiler, okumalar, araştırmalar, bir müzik aleti varsa, ki yeni romanda yine var, o enstrümana vakıf olanlarla söyleşiler vesaire vesaire. Roman yazmanın benim için en keyifli kısmı. Merakımın peşinden gittiğim haftalar.
Sonra başına oturup yazının kederine kendimi bırakma dönemi var. Bir de öykü deniyorum. Öykü biraz daha kendim için, daha kısa metinle nasıl bir ilişki kurabileceğimi anlamak için.
Üsküdar Amerikan’dan altığınız eğitim, edebiyata dair ilginizin artmasında bir rol oynadı mı?
Tabii ki. Her sorulduğunda, -bazen sorulmasa bile-, iftiharla bahsederim. Bizim bir edebiyat hocamız vardı, Ms Begley. Bayılırdım Ms Begley’e. İdolümdü. Ortak dersler dışında “Women in Literature / Edebiyatta Kadın” diye bir seçmeli ders vermişti, birkaç modül. O derste okuduğumuz kitaplar, metinler, temalar, olağanüstüydü. Bir de Serçe vardı, bizim çıkardığımız dergi; Serçe’de hem görevliydim hem de düzenli olarak yazıyordum, denemeler, hikâyeler, şiirler… Serçe devam ediyor mu bilmiyorum, belki de başka isimle devam ediyordur. Ms Begley ve Serçe ile alakalı şöyle bir anım da var: Serçe’nin İngilizce şiir yarışmasına bir şiir vermiştim. Şiddet unsurları ihtiva eden bir şiirdi. Jüri şiiri diskalifiye etmek istedi, bu unsurlardan dolayı. Ms Begley buna karşı çıkmıştı. Şiir sanırım 2’ncilik ödülü almıştı. Serçe’nin birçok sayısı hâlâ duruyor bende, o şiirin olduğu sayı da. Bunlar Türkiye gibi sansür ve daha da tehlikelisi otosansürün bir kültür olarak dayatıldığı bir memlekette küçücük bir çocuğun görebileceği karşı duruşlara çok hakikatli bir örnekti. Şiirin derecesi değil ama bu karşı duruşun tek başına o zaman hiç farkında olmasam da bana neler öğrettiğini siz de tahmin edersiniz. Bir de Ms Begley’nin bana yazdığı write-up’tan bahsetmeden geçemeyeceğim. Bundan neredeyse otuz sene önce bana yazdığı write-up’ta da adeta bir kehanette bulunmuş ve yaşlanıp Türkiye’ye döndüğünde benim adımı kitaplarda, dergilerde, şiirlerde göreceğini ve biraz daha fazlasını da yazmış. 15 sene sonunda çok ciddi ve başarılı bir kariyeri bırakırken bu write-up’ı çok döndürmüştüm içimde. Hoyrat çıktıktan sonra Ms Begley ile yazıştık, Zoom’dan görüşmek üzere sözleştik.
Ayırdığınız zaman ve ilginiz için bir kez daha teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim. Kitaplarda buluşuruz umarım.